İbrahim Ethem’den rivayet edilmiştir; bir yerde deniz kıyısında oturmuş, o can sultanı, hırkasını dikmeğe koyulmuştu. Ansızın oraya bir emir geldi. o emir, şeyhin kullarındandı. Şeyhi tanıyıp hemen secde etti. Şeyhin hırka dikmekte olduğunu görüp şaşırdı. Şekli de değişmişti, huyu da! Emir, kendi kendisine “ öyle bir ulu sultanlığı terk etti de şu yoksulluğu ihtiyar etti. Bu ne acayip iş! Yedi iklim padişahlığını kaybetsin de yoksullar gibi kendi hırkasını diksin” diyordu.
Şeyh onun düşüncesini anladı. Şeyh, ümit ve korku gibi gönüllere girer, yürür. Cihan esrarı ona gizli değildir. Ey sermayesizler, gönül sahiplerinin huzurunda gönüllerinizi koruyun! Ten ehlinin yanında edep, zahiri muameleden ibarettir. Çünkü Tanrı, onlardan gizli şeyleri örtmüştür. Fakat gönül ehillerinin yanında edep, batini bir muameledir. Batına aittir. Zira onların gönülleri, gizli şeyleri anlar.
Sen ne aykırı iş yapıyorsun. Körlerin yanına bir makam kapmak hevesiyle gidiyor, huzur ile edebe riayet ederek ta kapı yanına oturuyor. Gözlülerin yanındaysa edebi terk ediyorsun. Onun için şehvet ateşine odun oldun ya! Madem ki anlayışın yok, hidayet nurundan mahrumsun. Körler için yüzünü cilala, süsle dur.
Gözlülerin huzurunda da yüzüne pislik sür, sonra da bu kokmuş halinle nazlan! Şeyh, derhal iğnesini denize attı ve yüce sesle iğneyi istedi. Yüz binlerce Tanrı balığı, her birinin ağzında birer altın iğne olduğu halde, Ey şeyh Tanrının iğnelerini al, diye Tanrı denizinden baş çıkardı. İbrahim Ethem, yüzünü o emire dönüp dedi ki; Ey emir, gönül saltanatı mı iyi, öyle bayağı bir saltanat mı?
Bu zahiri bir işaretten ibaret, bir hiç hile değil. Batın alemine varırsan bunun yirmi mislini görürsün. Şehre bahçeden bir dal getirirler. Fakat bağı bostanı oraya nasıl götürsünler? Hele bu gökyüzü, ancak bir yaprağı olan bir bağ olursa. Hatta o alem bir içtir, hakikattir de şu cihan, onun kabuğuna benzer. Sen, o bağa doğru adım atamıyorsun. Fazla koku kokla da nezleni gider!
Bu suretle o koku, canını çeksin de gözlerinin nuru olsun. Yakup Peygamberin oğlu Yusuf, bu koku hakkında “ Gömleğimi alın, götürüp babamın yüzüne koyun” dedi. Ahmet bu koku için vaizlerinde daima “ Gözüm namazda ışıklanır” buyurdu. Beş duyguda birbirleriyle birleşmiştir.
Çünkü beşi de bir asıldan meydana gelmedir. Bu beş duygudan biri kuvvetlense öbürleri de kuvvetlenir; birisi her birisine saki olur. Gözün görüşü, söz söyleme kabiliyetini artırır. Gözdeki aşk da doğruluğu. Doğruluk, her duygunun uyanıklığıdır, bu suretle duygulara zevk, munis olur.
Sülukta bir duygu, bağını çözdü mü öbür duyguların hepsi birden değişir. Bir duygu, zahiri duygularla idrak edilemeyecek şeyleri duydu, gördü mü, gayba ait şeyler bütün duygulara aşikar olur. Sürüden bir koyun yürüyüp dereyi atlayınca öbür koyunlar da birer, birer o tarafa atlarlar.
Sen de duygu koyunlarını sür, Tanrı yazısında yay, otlat. Da orada sümbül ve ağustos gülü yesinler, hakikat bahçelerine yol bulsunlar. Öbür duyguların hepsi birer, birer o cennete ulaşsın diye her duygun, duygulara peygamberlik eder. Duygular, senin duyguna dilsiz, dudaksız, hatta hakikatten de öte, mecazdan da öte sırlar söyler.
Çünkü bu hakikat dediğin türlü, türlü tevil edebilir. Bu vehimlenme de hayaller doğurur durur. Halbuki ayan alemine mensup olan hakikatse hiçbir suretle tevil edemez. Her duygu senin duyguna kul olunca gayri felekler bile senden ayrılamaz. Bar derinin sahibi kimdir diye dava çıksa, deri kiminse içi de onundur.
Bir saman denginin kime ait olduğunda nizaa düşülse buğday kimin? Sen ona bak! (çünkü saman da buğday sahibinindir.) felek kabuktur, ruhun nuru iç. Bu görünürde o görünmez. Ayağın kaymasın, sallanma, kendine gel! Cisim zahiridir, ruhsa gizli. Cisim yen gibidir, ruh el gibi. Akılsa ruhtan daha gizlidir. Duygu, ruhu çabucak anmalı.
Mesela bir hareket gördün mü anlarsın ki o hareket eden diridir. Fakat akıllı mı acaba? Bunu bilemezsin. Mevzun hareketlere başlar, bakırın kimya ile altın oluşu gibi o da hareketlerini bilgisiyle tanzim ederse, ele benzeyen ruhun o münasebetli, o muntazam hareketlerinden anlarsın ki aklı vardır.
Vahiy kabul eden ruhsa akıldan da gizlidir. Çünkü o gayptır, gayp alemindendir. Ahmed’in aklı kimseden gizli değildir, herkes onun akıl ve kemal sahibi olduğunu bilirdi. Fakat vahiy ruhunu her can anlayamadı. Vahiy ruhuna münasip şeyler de var,fakat onları akıl anlayamaz. Çünkü o ruh pek yücedir.
Akıl, o ruhun işlerine gah delilik diye bakar, gah şaşkınlık diye. Çünkü onu anlamak, o olmaya bağlıdır. Hızır’a göre alelade olan işler Musa’nın aklını şaşırttı, Musa onları görünce bulandı. O işler Musa’ya aykırı göründü. Çünkü Musa o hale sahip değildir. Musa’nın aklı bile gayp işlerine ermezse, ey ulu kişi bir farenin aklı nedir ki bu işlere ersin! Taklit bilgisi, satış içindir, bu bilgi sahibi, müşteri buldu mu, bilgisini güzelce satar.
Fakat hakikat bilgisine müşteri, Tanrıdır. Bu bilgi sahibinin pazarı daima işler, daima parlar. Alışveriş ederken mest bir halde ağzını yumup oturur. Fakat müşteri Tanrıdır. Ademin dersine melek müşteridir, o derse dev ve peri mahrem değildir. Adem, senin dersin her şeyin adını haber vermektir. Haydi, Tanrı sırlarını kıldan kıla anlat.
Kısa görüşlü, daima halden hale giren, renkten renge boyanan ve temkini bulunmayan, kişiye fare dedim, çünkü yeri, yurdu topraktır. Farenin de geçim yeri topraktan ibarettir. Yolları, izleri bilmez değil, bilir ama yer altındakileri bilir, o , her yanda toprağı delmiş, delik deşik etmiştir. Fare gibi nefis, ancak lokma ufalar. Tanrı fareye de miktarınca akıl vermiştir. Çünkü yüce Tanrı, hiç kimseye ihtiyacından artık bir şey vermez.
Eğer alemin yeryüzüne ihtiyacı olmasaydı alemlerin Rabbi, yeri yaratmazdı. Bu titreyip duran yeryüzü, dağlara muhtaç olmasaydı Tanrı, o heybetli dağları halk etmezdi. Göklere de ihtiyaç olmasaydı yedi kat göğü yoktan meydana getirmezdi. Güneş, ay ve şu yıldızlar, ancak ihtiyaç yüzünden zuhura geldi.
Şu halde varlıkların kemendi,( yoklukları çekip varlık alemine getiren) ihtiyaçtır. Tanrının ihsanı ihtiyaç miktarınca zahir olur. Yürü, çabuk ihtiyacını arttırır da Tanrının kereminden cömertlik denizi coşsun. Şu yol üstünde dilenen, şu dilenciliğe düşmüş olan yoksullar, halka ihtiyaçlarını arz ederler. Kör , sakat, hasta illetli olduklarını gösterir, bu suretle halkın merhametini coşturmak isterler. “ Ey halk, ekmek verin. Benim de ambarım var, benim de malım, benim de sofram var” derler mi hiç?
Köstebeğin yemek içmek için göze ihtiyacı yoktur. Onun için Tanrı onu gözsüz yarattı. Köstebek, gözsüz de pekala yaşayabilir. Ter-ü taze toprakta göze ne ihtiyacı var* zaten ancak hırsızlık etmek için topraktan çıkar, başka bir iş için değil, Tanrı, onu bu hırsızlıktan arıtsa, o da kanatlanır, kuş olur; melekler gibi göklere uçup gider.
Tanrının gül bahçesinde her an bülbül gibi yüzlerce nağme çıkarır. “ Ey çirkin sıfatlardan kurtaran, ey cehennemi cennet haline getiren, Bir yağ parçasına aydınlık bahşetmekte, bir kemiğe işitme kabiliyeti vermektesin ey gani Tanrı. Fakat o maanınin cisimle ne alakası var?
Keramet ırmak gibidir, ruh akıp giden su gibi. O ırmak akıp gitmektedir, fakat sen ona duruyor dersin. O koşup gelmektedir, sen onu bir yere kımıldamıyor sanırsın.
Eğer su yerden yere gitmiyorsa, eğer su akıp durmuyorsa üstündeki yeniden, yeniye görünen çerçöp nedir ki? Senin çerçöpün de fikri suretlerindir. Aklına her an yeniden yeniye el dokunmamış düşünceler gelmektedir. Düşünce ırmağın yüzü de güzel ve sevimsiz çerçöpten hali değil. Bu kadar suyun üstünde görünen kabuklar, gayp bağı meyvelerinin kabuklarıdır.
Bu kabukların içini suda ara. Çünkü su ırmağa bağdan kaynamakta, bağdan gelmektedir. Abıhayatın akışını görmüyorsan ırmağın üstündeki dalların, yaprakların,çerçöp de daha çabuk sürüklenip gider. Bu feyiz şiddetle zuhur etti mi gayri ariflerin gönüllerinde gam gelmez, o gönüllerde elem eğleşmez olur. Nitekim ırmak da dopdolu olur, pek hızlı akarsa üstünde çerçöp eğlenmez!
Birisi, şeyhin birini “ Kötü adam, doğru yolda değil. Şarap içiyor, mürai ve pis herif. Böyle adam nereden müritlerin imdadına yetişecek?” diye kınadı. Başka biri de ona dedi ki “ Edebe riayet et. Büyükler hakkında böyle zanda bulunmak yaraşmaz. Onun saf seli, bulanıversin. Bu ondan ve onun sıfatlarından ne kadar uzak!
Hak ehline böyle bühtanlarda bulunma, bu senin hayalinden ibaret, çevir yaprağı! Böyle bir şey olmaz ya şayet olsa bile ey toprakta uçan kuş, bahrumuhite pislikten ne zarar! O iki testiden az, yahut küçük bir havuz değil ki. Bir katracık pislik onu nasıl bulandırır, nasıl kirletir.? Ateş, İbrahim’e bir ziyan veremedi. Kim nemrutsa sen ona de : kork ateşten! Nefis Nemruttur, akılla can da Halil. Ruh, işin tam içindedir. Kılavuza ihtiyaç yok kılavuza muhtaç olan nefistir.
Kılavuz yolcuya, çöllerde her an kaybolma lazımdır. Menzile ulaşanlara gözden, ışıktan başka bir şey lazım değil. Onlar kılavuzdan da kurtulmuşlardır, çölden de. Eğer o vuslat eri bir delil getirirse henüz mücadele içinde bocalayanlar anlasınlar diye getirir. Baba, küçük çocuğuna onun dilince “ Ti, ti” der, aklı, alemi ölçüp biçse bile!
Üstat “ Elifte bir şey yok” dese fazileti eksilmez, yücelikten düşmez. Henüz söz bilmez cahile bir şeyler öğretmek için kendi dilini terk etmek, onun dilince konuşmak gerek. Ancak bu suretle senden bir bilgi, bir fen öğrenebilir. Bütün halk da şeyhin çocukları mesabesindedir. Nasihat verdiği zaman pire, onların seviyesine inmek lazım”
Şeyhin müridi, o kötü sözlüye, o küfürle, sapıklıkla dopdolu kişiye dedi ki: kendini keskin kılıç üstüne atma. Aklını başına al, padişah ve sultanla savaşa girişme. Havuz ,deryaya omuz vurur, onunla boy ölçüşmeye kalkışırsa mahvoldu gitti.
O, öyle bir deniz değil ki ucu, kıyısı bulunsun da sizin pisliğinize bulansın! Küfrün de bir haddi, hududu var. Fakat şeyhe ve şeyhin nuruna bir kenar, bi had yok! Haddi hududu olmayanın yanında mahdut olan şey, yok demektir. Tanrıdan başka her şey fanidir. Onun bulunduğu yerde ne küfür var, ne iman.
Çünkü, o içtir. Küfürle imansa deri. Bu yokluklar, yüze perdedir. O leğen altında gizli ışığa benzer. Hulasa bu ten başı, o başa perdedir. O başın önünde bu ten başı kesilmiş gibidir, bir şeye yaramaz. Kafir kimdir? Şeyhin imanından gafil olan. Ölü kimdir? Şeyhin canından haberdar olmayan!
Can tecrübelerle sabittir ki haberdar olmaktan ibarettir. Kim daha fazla haberdarsa daha ziyade canlıdır. Canımız hayvan canından daha üstündür neden? Çünkü onlarda Hissi Müşterek yoktur. Ehil olanların canlarıysa meleklerin canlarından üstündür, şaşkınlığı bırak! Melekler, Ademe secde ettiler; çünkü onun canı, meleklerinkinden üstündür.
Üstün olmasaydı secde ederler miydi? Üstün olanın daha aşağı mertebede bulunana secde etmesini emretmek doğru bir şey değil değildir, yaraşmaz. Tanrının adaleti, Tanrının lütfu bir gülün dikenine secde etmesini hoş görür mü? Bir can oldu da son mertebeyi de aştı mı artık her şeyin canı ona muti olur.
Kuş, balık, in,cin,insan hepsi ona itaat eder. Çünkü o üstündür, öbürleri noksan. Balıklar, hırkasını diksin diye ona iğne getirirler. Bu ipliğin iğneye tabi olmasına benzer. O emir, balıkların İbrahim Ethem’in emrini yerine getirdiklerini, balıkların ağızlarında iğneyle sudan baş çıkardıklarını görünce vecde geldi. bir ah çekip “ Balık bile piri tanıyor. Yuh olsun o tapudan sürülen tene! Balıklar bile piri biliyorlar da biz ondan uzağız. Biz bu devletten mahrumuz da onlar erişmiş” deyip, secde ederek ağlaya ,ağlaya perişan bir halde yola düzüldü; bu kerametin aşkından divaneye döndü.!
Hey yüzünü yıkamamış pis herif, neredesin sen ? kiminle kavgaya girişiyor, kime haset ediyorsun?! Sen aslanın kuyruğuyla oynamakla, meleklere saldırmaktasın. Hayırdan ibaret olana neden kötü söylüyorsun. kendine gel, o alçalışı yücelme sayma. Kötü nedir? Aşağılık ve muhtaç bakır, Şeyh kimdir? Ucu, sonu olmayan kimya! Bakır kimya yüzünden altın olmak kabiliyetinde değilse kimya bakır yüzünden bakırlaşmaz ya! kötü nedir? İşi ateş gibi serkeş kişi, şeyh kimdir? Ezel denizinin ta kendisi.
Ateşi daima su ile korkuturlar. Fakat suyun hiç ateşle korkutabilirler mi? Sen ayın yüzünde ayıp noksan buluyor, cennette diken topluyorsun. Ey diken arayan, cennete gitsen bile orada senden başka bir diken göremezsin. Güneşi balçıkla sıvıyor, kamil bedirde gedik arıyorsun. Alemde parlayıp duran güneş bir yarasa için nasıl gizlenir? Ayıplar, pirler ret ettiğinden ayıp oldu.
Kayıplar onların hasedi yüzünden kayıp kesildi. Huzurdan uzaksan bari dost ol, çabucak nedamet getir, işe güce koyul, da o yoldan sana da bir rüzgar essin. Rahmet, suyuna neden hasetle mani oluyorsun? Uzaktaysan bile bulunduğun yerden o tarafa yönel, “ Nerede olursanız olun, yüzünüzü o tarafa dönün”
Eşek bile hızlı yürüyeyim der derken balçığa saplandı mı oradan kurtulmak için anbean oynar durur. Orada kalmak için yerini düzeltmeğe kalkışmaz, bilir ki orası geçim yeri değildir. Duygun eşek duygusundan daha aşağı mı ki gönlün bu balçıktan sıçramadı bile. Balçığın içinde tevile ruhsat vermektesin çünkü orada gönlünü almak istemiyorsun ki.
“ Bana bu layık ihtiyarım elimde değil. Allah kerimdir. Bir acizi de suçlu tutacak değil ya” dersin. Ey sırtlan gibi kötülüğe giriftar olmuş kişi sen gafletinden bu muahezeyi görmüyorsun. Sırtlanı mağaranın içinde değil, dışarıda arayın derler. De mağarayı kapatırlar, halbuki sırtlan “ Benden haberleri yok. Bu düşmanlar, benden haberdar olsalardı sırtlan nerede, hani ya? Diye bağırırlar mıydı”
Şayb zamanında birisi, “Tanrı benden nice ayıplar gördü. Nice suçlarda bulundum. Böyle olduğum halde kereminden bana ceza vermiyor” dedi. Ulu Tanrı, Şuayb’ın kulağına dedi ki. “ Ona gayp aleminden fasih bir dille cevap ver: sen, ben ne kadar suç işledim, öyle olduğu halde Tanrı kereminden suçuma bakmıyor, bana mücazat etmiyor dedin ama, Ey aykırı düşünceli, ey sersem, ey yolu bırakıp da çölü tutmuş!
Seni nice kereler cezalandırdım. Fakat senin haberin yok. Ayağından tepene kadar zincirler içinde kalmıştır. A kara kazan, isin, pasın kat,kat; için, yüzün berbat! Gönlünde is üstünde is kurum üstünde kurum. Bu is ve kurum bir derecede ki nihayet gönlün, bütün sırlara karşı kör olmuş. Eğer o is kurum, yeni bir kazana ursa bir arpa tanesi kadar küçük bile olsa eseri görünür.
Çünkü her şey zıddı ile meydana çıkar. Bembeyaz kazanın beyazlığı ütünde o kara is berbat bir şekilde kendini gösterir. Fakat dumanın tesiriyle kazan karardı mı artık onun üstünde isi, kurumu kim görür a inatçı? Demirci zenci olursa yüzü, dumanla isle aynı renktedir.
Fakat beyaz adam demirciliğe kalkışırsa yüzü yer ,yer kararır, kızarır. Bu takdirde de günahın tesirini derhal anlar da ağlayıp sızlanmaya başlar. Ve “ Aman yarabbi” deyiş ondan zail olur, gönül aynasının yüzünü beş kat pas örter. Paslar demiri yemeğe gevherini yok etmeye başlar.
Beyaz bir kağıda yazı yazarsan o yazı kağıda bakar bakmaz okunur. Yazılı kağıda bir yazı yazarsan okunur ama iyi anlaşılmaz, insan yanılabilir. Çünkü o karalanmış kağıt kağıt üstüne kara yazıldı mı her iki yazı da körleşir, hiçbir manası kalmaz. O kağıda üçüncü defa bir şey yazarsan kafirlerin canı gibi tamamıyla kapkara olur. Şu halde her şeye çare bulan Tanrıya sığınmaktan başka ne çare var?
Bakırın ümitsizliğine iksir, ancak onun nazarıdır. Ümitsizlikleri ona arz edin de devasız derdinizden kurtuluverin!” Şuayb ona bu nükteleri söyleyince Şuayb’ın nefesleri yüzünden adamın gönlünde güller açıldı. Canı, gökyüzünden gelen vahiy sesini uydu. Dedi ki. “ eğer bizi cezalandırdıysa nişanesi nerede?”
Şuayb “ Yarabbi, beni kabul etmiyor. Bu muhazeye, bu cezaya nişane aramakta” dedi. Tanrı “ Ben ayıpları örtücüyüm, sırları söylemem. Ancak iptilasına dair şu tek remzi söyleyeyim. Onu cezalandırdığımın bir nişanesi şu: oruç tutmak da dua etmekte. Namaz kılmakta, zekat vermekte. Başka ibadetlerde bulunmakta. Fakat ruhu bir zerre bile zevk duymuyor. Ne güzel ibadetler ediyor, ne hoş işlerde bulunuyor. Fakat bir parçacık bile tat yok.
İbadeti kışırdan ibaret, iç, yok. Cevizler çok ama içleri boş! İbadetlerin netice vermesi için zevk gerek tohumun ağaç olması için iç gerek! İçsiz tohum, fidan olur mu? Cansız surette hayalden başka bir şey değil.
O habis şeyh hakkında hezeyanlarda bulunmaktaydı. Eğri bakan kişinin gözü daima eğri ve aykırı görür. “ ben, onu bir mecliste gördüm, takvası yok, bir müflisten ibaret. inanmıyorsan bu gece kalk da şeyhinin fıskını apaçık gör” dedi. Geceleyin o adamı bir pencere başına götürdü, dedi ki : “ fasikliğe bak, işreti gör”
Gündüzün riyasiyle gecenin fıskını seyret. Gündüz Mustafa gibi, gece Ebuleheb ! gibi. Gündüz adı Abdullah gece , elinde kadeh, neuzibillah!” pirin elinde dolu bir kadeh vardı. mürit bunu görünce “ Şeyhim, sen de mi aldatıcısın? Sen Şeytan, şarap kadehine hemencecik işeyiverir” demez miydin?” dedi.
Şeyh dedi ki: “Benim kadehimi öyle doldurdular ki içine tek bir üzerlik tohumu bile sığmaz. Bir bak hele buraya bir zerre bile sığar mı? Sen sözü yanlış anlamışsın, aldanmışsın. Bu zahiri şarap, zahiri kadeh değil ki. Onu, gaybı bilen şeyhten uzak bil. Be ahmak, şarap kadehi, şeyhin varlığıdır. Oraya şeytanın sidiğine asla yol yok1 o varlık, Tanrı nuruyla dolu, hem de dudağına kadar. Ten kadehi kırılmış, mutlak nur kalmıştır. Güneşin nuru, pislik üstüne düşmekle pislenmez ya, yine aynı nurdur”
Şeyh bu sözleri söyledikten sonra “ bu ne kadehtir, nasıl şarap, bir gel de bak be hey münkir” dedi. Mürit gelip baktı, gördü ki halis bal. O manasız düşmansa kör oldu, bir şey göremedi. O zaman pir müridine dedi ki: “ Yürü ey ulu mürit bana şarap bul, bir hastalığım var, şarap içmek zaruretindeyim. Hastalıktan ölüm haline geldim, hatta bu halden de iler bir hale düştüm.
Zaruret vakti her pis temiz sayılır. İnkar edene lanet başına toprak! Mürit meyhaneleri dönüp dolaşmaya,şeyh için her küpten şarap taşımaya başladı. Fakat küplerin hiç birin de şarap bulamadı. Hurma şarabıyla dolu olan küpler, balla dolmuştu. “ rintler, bu ne hal, bu ne iş? Hiçbir küpte şarap bulamıyorum” dedi. Bütün Rintler, ağlayıp ellerini başlarına vurarak Şeyhin yanına geldiler. “ Ey ulu Şeyh, sen meyhaneye geldin, bütün şaraplar, kudümün hürmetine bal oldu. Şarabı arıttın, bizim canlarımızı da kötü huylardan arıt. Tebdil et “dediler. Cihan baştanbaşa ağız, ağıza kanla dolu olsa Tanrı kulu yine ancak helal yer.